Oz Karahan – Avrupa Gazetesi (11.01.2021) – Üzerinden biraz zaman geçmesini beklemek istediğim bir konu hakkında yazmak istiyorum bugün.
Geçtiğimiz günlerde Muratağa-Sandallar katliamı sırasında katledilen 14 çocuğumuz toprağa verildi.
Aslında 2015-2016 yılları sırasında yapılan kazılarda bulunan 89 kişinin kalıntıları arasındaydı bu çocuklarımız da.
Yaklaşık iki hafta evvel ise kimlik tespitleri tamamlanan 14 çocuğumuz “yeniden” toprağa verildi.
Bütün bu üzücü olaylar yaşanırken özellikle Türkiye’den 1974 yılından sonra illegal olarak adamıza yerleştirilen Türkler medyada bu acımızı bir propaganda malzemesi olarak kullanmaktan geri durmadı her zamanki gibi.
Başka bir şey de beklenemezdi tabii bu topraklara ait olmayan bu insanlardan.
Bunca yıl Kıbrıslılığın ne demek olduğunu anlayamadan ekmeğini yediler bu toprakların.
Şimdi sesleri de sayıları gibi daha fazla çıkmakta.
Ve ne yazık ki onların sesi daha fazla çıkarken, sizin sesiniz de kısılmakta.
14 çocuğumuzun defini Rumca konuşan Kıbrıslı ve Yunan basınında geniş bir yer buldu.
Bunu yazmalarına hiçbir gerek yokken.
Bu katliamların aynılarını yaşayan Rumca konuşan Kıbrıslılar, 14 çocuğumuzdan bahsederken bunların bir daha yaşanmamasını temenni ederek, bunu yapanların cezalandırılması gerektiğini söylediler hep bir ağızdan.
Sağ ve sol basın, köşe yazarları, sivil toplum örgütleri…
Bu acıların hepsine sebep olanların cezalandırılması için yapılması gereken şey, bir savaş suçları komitesi kurulmasıydı.
Ve bu fikir konuşuldu.
Türkiye reddedene kadar.
Kıbrıs’ta Türkiye’nin işlediği iğrenç suçlara tanık olanlar konuşmamayı tercih etti çoğu zaman.
Türk askerinin yaptıklarını gören ve kendisine bir şey yapılmasından korkan Türkçe konuşan Kıbrıslılar sustu.
Türk askerinin elinden kurtulan Rumca konuşan Kıbrıslıların anlattığı birçok hikayeye göre Türkçe konuşan Kıbrıslılar yardım etti kendilerine Türk askerinin elinden kurtulmaları için.
Bugün bu yardımları edenler de susuyor korkularından.
Tecavüze uğrayan Rumca konuşan Kıbrıslılar da susuyor tabii ki.
Bosna savaşında yaşanan tecavüzleri aratmayacak şeyler yaşandı halbuki Kıbrıs’ta.
Türkiye’de 1980 darbesi sonrasında Diyarbakır Cezaevi’nde yaşananların sorumlusu olan cezaevi komutanı Esat Oktay Yıldıran, cezaevine gelen ve bir kısmının daha sonra işkencelere dayanamayıp ölen mahkumlara kendini şöyle tanıtmıştı:
“Beni dinleyin! Ben doğrudan Genelkurmay’ın emriyle buraya atandım. Benim adım Esat Oktay Yıldıran’dır. Ben Kıbrıs’ta Rum çocuğunu bıçakla kesmiş, babasının gözlerinin önünde kanını şarap niyetine içmiş adamım.”
Diyarbakır Cezaevi’nde o dönem kalan herkesin aklına kazınmış bu sözcükler, bu adada 1974 yılında yaşananların ve konuşulmayanların bir özetidir aslında.
Ayrıca bu “savaş suçu” konusu açıldığı zaman aklıma üniter Kıbrıs için bağımsızlık mücadelesi veren biz Kıbrıs milliyetçilerini, illegal Türk yerleşiklere karşı “kimlik siyaseti” yapmakla suçlayan işgal düzeninin bir parçası olmuş, bölücü ve ayrılıkçı federasyon tezi savunucusu insanlarımız gelmekte hep.
Çünkü bu adada, o komitesi kurulması istenen savaş suçları sadece 1974 yılında işlenmemiştir.
1974 yılından itibaren işlenmeye devam etmektedir.
“Savaş suçlarını” belirleyen Cenevre Sözleşmeleri’nde “işgalciler tarafından işgal ettikleri topraklara kendi sivil nüfuslarının dolaylı olarak ya da doğrudan transferi” en büyük ve ana savaş suçlarının arasında, ilk protokolde yer almaktadır.
Kısacası bazı sözde solcularımız gibi, illegal yerleşiklerin bu adadaki varlığını savunmak, 14 çocuğumuzun katlini veya çocuklarımızın kanının şarap yerine içilmesini de savunmak demektir.
Savaş suçlarının arasında bir fark olduğunu ya da savaş suçlarının “zaman aşımına” uğrayabileceğini savunabilmek için insani hangi sıfatlara sahip olunmaması gerektiği sorusunun cevabını ise size bırakmak isterim.