Kıbrıslılar Birliği “Emperyalizmden Ulusal Kurtuluş” konulu uluslararası konferansa katıldı

Ελληνικά / Türkçe / English

30.11.2024 – Kıbrıslılar Birliği, NDFP tarafından düzenlenen ve 29-30 Kasım tarihleri arasında Amsterdam, Hollanda’da gerçekleştirilen Emperyalizmden Ulusal Kurtuluş konulu uluslararası teorik konferansta Kıbrıs’ı temsil etti.

İki gün süren konferans ulusal soruna odaklanmış ve milli kurtuluş hareketleri çerçevesinde silahlı ve silahsız olarak ulusal kendi kaderini tayin hakkının savunulması ve kullanılmasına yönelik çeşitli yaklaşımları incelemiştir.

Etkinlik, 19 ülkeden 57 siyasi parti, milli kurtuluş hareketi ve anti-emperyalist örgütü temsil eden 114 kişiyi bir araya getirdi. Katılımcılar, ulusal kurtuluş mücadelelerine katılan grupların temsilcileri tarafından sunulan katkıları tartıştı. Bu katkılar arasında, Kıbrıs’ı temsil eden Kıbrıslılar Birliği’nin yanı sıra Filipinler, Kolombiya, Eritre, Nepal, Senegal, Türkiye, Kürdistan ve Filistin’den örgütler ve hareketlerin katkıları da yer aldı.

Kıbrıslılar Birliği’nin Emperyalizmden Ulusal Kurtuluş konulu uluslararası teorik konferansa katkısı aşağıdaki gibidir:

Emperyalizme Karşı Ulusal Kurtuluş: “Parola Ya Yıkım Ya Devrim”

Marksizmin Avrupa-merkezci olduğu, uluslar ve sömürgeler ile ilgilenmediği ya da “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” ile sadece burjuva-demokratik haklar temelinde ilgilendiği iddiaları eksik ve eklektik okumadan kaynaklıdır.

Marx, Engels ve Lenin’in ulusal sorun ve sömürge meseleleri hakkındaki fikirlerini, tarihsel bağlam içinde oluşturulmuş oluşum aşamalarını dogmatize ederek katı, kesin düşünceler olarak sunmak, devrimci teoriye en büyük ihaneti oluşturur. Lenin, “İnsanlık nasıl sınıfların ilgasına ancak ezilmiş sınıfın diktatörlüğüne dayanan bir geçiş dönemi aracılığıyla ulaşabilecekse, ulusların kaçınılmaz bütünleşmesine de ancak ezilen ulusların tam özgürleştiği bir geçiş dönemi aracılığıyla ulaşılabilecektir” demiştir.

Marx ve Engels’in Hindistan’dan Rusya’ya Cezayir’den Çin’e Avrupa dışı toplumlar hakkında ortaya koydukları görüşler bütün külliyatın içinde hiç de azımsanmayacak bir yer tutar. Eklektik değil, bütünsel olarak okundukları zaman Marx ve Engels’in uluslar ve sömürge sorunları üzerine politikalarını nasıl şekillendirdikleri görülür. Polonya ve İrlanda’daki ulusal kurtuluş mücadelelerine yaklaşımları ise Lenin’in ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesini geliştirmesinin temeli haline gelmiştir. Milliyetçilik, koloniler ve Avrupa dışı toplumlar üzerine yazılar, Marksist literatürde önemli bir yer tutar.

Lenin, Çin, Vietnam, Kore ve Küba gibi sömürge ve yarı-sömürge köylü ülkelerinde uluslararası emperyalizme karşı ulusal savaşlarla gerçekleşen devrimin gelişimini öngörmüştür. “Sosyal devrim ancak, gelişmiş ülkelerde proletaryanın burjuvaziye karşı iç savaşının, gelişmemiş, geri ve ezilen ulusların ulusal kurtuluş hareketi de dahil olmak üzere, bütün bir demokratik ve devrimci hareketler dizisiyle birleştiği bir devir biçiminde ortaya çıkabilir” diye yazmıştır. Marx, İrlanda kurtuluşunu destekleyerek, “İngiliz işçi sınıfı İrlanda’dan kurtulmadan asla hiçbir şey kazanamaz. Kaldıraç İrlanda’ya dayanmalıdır” demiştir. Engels, demokratik bir Polonya’nın kurulmasının demokratik bir Almanya’nın yaratılması için temel bir önkoşul olduğunu defalarca vurgular.

Ulusal kurtuluş mücadeleleri söz konusu olduğunda, tarih bunların birbirine bağlı olduğunu, bir ulusun özgürlüğünün diğerlerine ilham verdiğini ve onları güçlendirdiğini göstermektedir. Uluslararası dayanışma, baskı ve sömürü sistemlerini ortadan kaldırmak için en güçlü silahtır. Bu bağlamda, NATO’nun “batmayan uçak gemisi” olarak bilinen Kıbrıs, emperyalizme karşı mücadelede stratejik bir rol oynamaktadır. Kıbrıs’ın kurtuluşu sadece Kıbrıs halkı için değil, aynı zamanda gerçekten özgür ve bağımsız bir Batı Asya ve Kuzey Afrika’nın güvence altına alınması için de elzemdir. NATO’nun Kıbrıs üzerindeki hakimiyetini kırmak emperyalist hakimiyeti zayıflatacak ve küresel adalet ve kurtuluş mücadelesini ilerletecektir.

Kıbrıs ve Ulusal Kurtuluş

Kıbrıs’ta ulusal sorun ve sömürge meselesinin kökleri Osmanlı dönemine uzanır ve İngiliz Sömürge İdare’sinde dallanıp budaklanarak bir bir ahtapot gibi Kıbrıs’ı sararak Batı Asya’ya yayılır…

Kıbrıs’taki ulusal sorun ve sömürge meselesi, Osmanlı İmparatorluğu, İngiliz sömürgeciliği, Türk-Yunan şovenizmi ve Türk işgali ile yerleşimci sömürgeciliği tarafından çeşitli aşamalarda engellenen ve geciktirilen uzun bir uluslaşma ve bağımsızlık mücadelesini temsil etmektedir.

Osmanlı İmparatorluğu, kökleri Fransız Devrimi’ne dayanan Mart 1821 Yunan Devrimi’nin intikamını almak amacıyla, Temmuz 1821’de Kıbrıs’taki Ortodoks Hristiyanlara karşı bir katliam ve terör kampanyası başlattı. Bu kampanyanın yankıları yıllarca sürdü. 1831’de hem Hıristiyan hem de Müslüman Kıbrıslılar Osmanlı vergilerine ve tefecilere karşı ayaklandılar. 1833 yılına gelindiğinde Baf, Larnaka ve Karpaz’daki ayaklanmalar, Pan-Kıbrıslı bir isyanla adadaki Osmanlı hakimiyetini yıkmayı amaçlıyordu. Bu ayaklanmanın lideri Baflı Gavur İmam olarak bilinen Müslüman bir Kıbrıslıydı. Temmuz 1821’deki Osmanlı katliamları bu isyanı ateşlemiş olsa da, bir asır sonra 1931’de İngiliz Sömürge İdaresi altında yeniden ortaya çıkan isyanların kaynağı aynıydı: baskıcı vergilendirme ve tefeciliğe karşı mücadele. Vergi ve faiz sistemlerine karşı verilen bu kalıcı mücadele, Kıbrıslıların ulusal kimlik mücadelesinin temelini oluşturmaktadır.

1821 olaylarının Kıbrıslıların ulusal kimlik mücadelesi üzerinde bir başka önemli etkisi daha olmuştur. Osmanlı’nın tepkisi, yaklaşık 150 yıl süren enosis (Kıbrıs’ın Yunanistan’la birleşmesi) mücadelesinin fitilini ateşledi. Bu anlamda, enosis hareketi ikili bir karaktere sahipti: Osmanlılar ve İngilizler gibi yabancı güçlere karşı bir mücadele olarak ilerici, ancak Kıbrıs’ın bağımsızlığına karşı çıktığı ölçüde gericiydi. Enosis hareketine ilişkin benzer bir değerlendirme, Temmuz 1821 katliamlarından 134 yıl sonra İngiliz sömürgeciliğine karşı mücadele etmek için kurulan EOKA (Kıbrıslı Savaşçıların Milli Örgütü) hakkında Sovyet kaynakları tarafından da yapılmıştır.

1878 yılında İngiltere adayı Osmanlı İmparatorluğu’ndan kiraladığında, Osmanlı’nın din temelli kimlik kategorizasyonunu etnik-kabilesel bir çerçeveyle değiştirerek en başından itibaren bir böl ve yönet stratejisi uyguladı: Artık Müslümanlar Türk, Ortodoks Hıristiyanlar ise Rum olarak etiketleniyordu. Buna rağmen, Rumca konuşan ve Türkçe konuşan Kıbrıslılar 1931 yılına kadar İngiliz sömürgeciliğine karşı çeşitli şekillerde işbirliği yaptılar. Ancak Ekim 1931’de, Rumca ve Türkçe konuşan Kıbrıslı temsilciler ortaklaşa bir vergi tasarısını engelleyip bunun yerine yasayı zorla uygulayınca İngilizler sömürge meclisini feshetti. Bu durum 1931’de İngiliz vergilendirmesine karşı bir isyana yol açtı ve 1831’de Osmanlı vergilerine ve tefecilere karşı çıkan isyanı anımsattı. Enosis ayaklanmada bir motif olsa da, ortaya çıkışı Kıbrıs milliyetçiliğinin büyüyen hissiyatını ve Rumca konuşan ve Türkçe konuşan Kıbrıslıları ortak bir ulusal kimlik ve kader duygusunda birleştiren bir “Kıbrıslılık bilincinin” yükselişini gözler önüne serdi.

21 Ekim 1931 ayaklanmasında yakılan Sömürge Valiliği Konağı’nın ateşi İngiliz sömürgeciliğini aydınlatır ve sömürge yöneticilerini Kıbrıs milliyetçiliğine karşı önlem almaya sevk eder. İngiliz Sömürge Valisi Richmond Palmer 1936 yılında Londra’ya gönderdiği bir raporda şöyle demiştir:

“Adada gelecekte de bir siyasal rahatlığımızın olabilmesi için, yönetimi istisnalara da yer verecek bölgeler temeli üzerinde sürdürmeliyiz. Böylece, Kıbrıs milliyetçiliği kavramı -ki, enosis aşınmış bir değer durumuna geldiğinde, bu yeni kavramın yükselişi kaçınılmaz olacaktır- mümkün olduğunca uzak bir geleceğe itilip, karanlıkta bırakılabilecektir.”

1931’de vali konağının ateşe verilmesinden sonra İngiliz sömürgeciliğini alarma geçiren bir diğer olay da 1948 yılında tüm etnik kökenlerden Kıbrıslı madencilerin Amerikan şirketi Cyprus Mines Corporation’a ve İngiliz sömürge otoritelerine karşı 125 gün süren grevidir. Bu durum karşısında İngiliz sömürgeciliği Kıbrıslıları etnik kökenlerine göre bölme yoluna gitmiş, işçileri bastırmak için kiliseyi ve Türkçe konuşan Kıbrıslı liderleri işbirlikçi olarak kullanmıştır.

1947 yılında Truman Doktrini kapsamında Türkiye ve Yunanistan komünizme karşı siper olarak konumlandırılmış ve 1952 yılında NATO’ya kabul edilmiştir. Bu, Kıbrıs’ın ulusal sorununu ve sömürge meselesini yeni bir evreye soktu. Ankara 1954 yılında “Bizim Kıbrıs diye bir meselemiz yoktur” açıklamasını yaptı. Ancak 1955’te Türkiye, adanın bölünmesini tartışmak üzere İngiltere tarafından Londra’da bir konferansa davet edildi. İngiltere’nin 1955’te Türkiye ve Yunanistan’ı Kıbrıs’ın bölünmesine dahil etme kararında EOKA’nın İngiliz sömürgeciliğine karşı verdiği gerilla mücadelesinin yanı sıra başka faktörler de etkili oldu.

EOKA’nın 1955’te başlayan sömürge karşıtı mücadelesine yanıt olarak İngiltere ve Türkiye, 1958’de Türkçe konuşan Kıbrıslılar için kontrgerilla örgütü TMT’yi kurarak İngiltere’nin böl ve yönet politikasını sürdürdü.

1955-1959 yılları arasında EOKA tarafından yürütülen silahlı mücadele Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla sonuçlandı. Cumhuriyetin ilk Cumhurbaşkanı Başpiskopos Makarios, Kıbrıs bağımsızlığını kazanmadan önce koloni karşıtı Bandung Konferansı’nda Kıbrıslıları temsil etmiştir. NATO üyeliğini reddeden Kıbrıs Cumhuriyeti, Bağlantısızlar Hareketi’nin ayrılmaz bir parçası haline geldi. Bu, emperyalistler ile Kıbrıs Cumhuriyeti arasındaki mücadelede yeni bir aşamaya işaret ediyordu.

Anayasası sömürgeciler tarafından İngilizce ve Fransızca olarak hazırlanan, etnik kotalara dayalı konsesyonal bir devlet olan Kıbrıs Cumhuriyeti, Cemal Abdül Nasır, Nehru, Tito ve Fidel Castro gibi liderlerle birlikte Bağlantısızlar Hareketi’nin bir parçasıydı. Cumhurbaşkanı Makarios 1963 yılında anayasada değişiklik yapmak istediği zaman “anayasal kriz” başlar ve Türkçe konuşan Kıbrıslı liderliği devleti terk ederek ayrılıkçı ajandasını devreye sokar. 1964’te NATO Kıbrıs’a asker konuşlandırmayı önerir, ancak Cumhurbaşkanı Makarios bunu reddetti.

Ağustos 1964’te Türkiye, ABD’nin Küba’daki Domuzlar Körfezi işgaline benzer bir operasyon düzenleyerek Türkçe konuşan Kıbrıslıları silahlandırdı ve Dillirga Savaşı’nı tetikledi.

Ernesto Che Guevara 12 Aralık 1964’te 19. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda şöyle demiştir:

“Barış içinde bir arada yaşama, Türk Hükümeti ve NATO’nun baskıları nedeniyle Kıbrıs’ta da acımasızca sınanmış, Kıbrıs halkını ve hükümetini egemenliklerini savunmak için kahramanca ve sağlam bir duruş sergilemeye zorlamıştır.”

1964 yılında ABD, Kıbrıs Cumhuriyeti’ni feshedecek, Türkiye’ye bir askeri üs verecek ve adanın geri kalanını Yunanistan ile birleştirecek olan Acheson Planı’nı önerdi. Cumhurbaşkanı Makarios bu planı reddetti. 1964 ve 1967 yılları arasında Türkiye ve Yunanistan Kıbrıs’ı bölmek için müzakerelerde bulundular ancak bir anlaşmaya varamadılar. ABD, İngiltere, Türkiye ve Yunanistan tarafından önerilen tüm çözümlerde hedef Kıbrıs Cumhuriyeti’nin feshedilmesi, adanın bölünmesi ve Kıbrıslıların devletsiz kalmasıydı.

Türkçe konuşan ve Rumca konuşan Kıbrıslılar arasında 1968 ve 1974 yılları arasında Kıbrıs Cumhuriyeti’nde anayasal değişiklikler yapılması konusunda varılan anlaşma, 15-20 Temmuz 1974 tarihleri arasında gerçekleşen Yunanistan destekli darbe ve Türkiye’nin Kıbrıs’ı işgali ile nihai olarak rayından çıkmıştır.

Kıbrıs ulusal sorunu ve sömürge meselesinin 1821 Yunan Devrimi’nden 1974 Türk işgaline kadar uzanan bu kısa özeti, ezen ve ezilen uluslar arasındaki tarihsel dinamikleri vurgulamaktadır.

Kıbrıslıların 1955-59 gerilla savaşıyla elde ettikleri neokolonyal devlet bile emperyalistler tarafından onlara çok görüldü. ABD, İngiltere ve Birleşmiş Milletler 1964’ten bu yana Kıbrıs Cumhuriyeti’ni parçalama planları yapmaktadır.

Kıbrıs’taki ulusal ve sörmürge meseleleri anlamak için temel çerçeveler devletsizleştirme ve uluslaşmanın engellenmesi süreçleridir.

Ancak sık sık vurguladığımız gibi, uluslararası toplumun dikkatini bu adada yaşananlardan başka yöne çekmek için gösterilen yoğun çabalar, “Kıbrıs meselesinin” Kıbrıslıların meselesi olmadığını açıkça ortaya koymaktadır. Çünkü Kıbrıs’ın kurtuluşundan bahsettiğimizde aslında tüm Batı Asya ve Kuzey Afrika’nın özgürlüğünden, emperyalizmin tüm bölgedeki nefes borusunun kesilmesinden bahsediyoruz. Kıbrıs’ın kurtuluşu, üç kıtanın birleştiği noktada yer alan ve Filistin, Suriye, Lübnan, Türkiye ve Mısır kıyılarına sadece birkaç mil uzaklıkta bulunan beş NATO gücünün -Türkiye, Yunanistan, Birleşik Krallık, ABD ve Fransa- “batmayan uçak gemisinin” özgürleştirilmesi anlamına gelmektedir.

Bu gerçeklik 7 Ekim 2023’te başlayan son Filistin direnişinin ardından yeniden açığa çıkmıştır. Kıbrıs adasındaki NATO işgali altındaki topraklar, savaş suçları ve insanlığa karşı suçların işlenmesinde “İsrail’i” desteklemek için kullanılmıştır. Ayrıca, bu bölgeler, Filistinlilere karşı işlenen zulümlerin sorumlusu olan emperyalist güçlere direnenlere yönelik Yemen’deki bombardıman operasyonlarında kullanılmıştır.

Ezilen Ulus Milliyetçiliği Olarak Kıbrıs Milliyetçiliği

Lenin, Marx ve Engels’in fikirlerini temel alarak sosyalist devrim, ulusal sorun ve sömürge meseleleri arasındaki ayrılmaz bağlantıyı göstermiştir. “Genel olarak milliyetçilik sorununun soyut biçimde sunuluşu hiçbir işe yaramayacağını” ifade etmiş ve “ezen bir ulusun milliyetçiliği ile ezilen bir ulusun milliyetçiliğini, büyük bir ulusun milliyetçiliği ile küçük bir ulusun milliyetçiliğini” birbirinden ayırmak gerektiğini vurgulamıştır.

Kıbrıslıların baskıya karşı birleşik mücadelesi, 1833’te Osmanlı işgaline karşı Gavur İmam İsyanı’ndan 1948’de İngiliz işgali altında Amerikan sermayeli Kıbrıs Madenleri Şirketi’ne karşı Kıbrıslı madencilerin hareketine kadar Kıbrıs tarihinin önemli bir parçasıdır. Kıbrıs’ta, Kıbrıslıların sınıfsal ve ulusal mücadelesi, Kıbrıs milliyetçiliği ya da Kıbrısçılık olarak adlandırılan anti-emperyalist ideolojiye dayanmaktadır.

Kıbrıs’ın 1878’de İngiliz kontrolü altına girmesinden bu yana, sömürgeci yetkililer böl ve yönet stratejilerinin bir parçası olarak etnikçiliği teşvik ettiler. Aynı zamanda, sömürge valisi Richmond Palmer’ın adanın sömürülmesinin devamı için bunun gerekli olduğunu vurgulamasıyla, Kıbrıs milliyetçiliğini mümkün olduğunca bastırmaya çalışmışlardır.

NATO’nun 1971 yılında Lizbon’da yapılan Dışişleri Bakanları toplantısında alınan Kıbrıs’ı “iki bölgeye” ayırma kararından 1974’teki Türk işgaline, 1979 “ABC (Amerikan-İngiliz-Kanada) Planı’na, 2004 Annan Planı’na ve BM Genel Sekreteri António Guterres’in himayesinde 2017 Crans Montana görüşmelerine kadar, sürekli olarak Palmer’in 1936’da önerdiği gibi “bölgesel temelde” politikalar izlendi.

Sömürge valisi tarafından 1936 yılında yazılan rapor, modern zamanlarda bir “BM parametresi” olarak yeniden ortaya çıkıyor.

Bu emperyalist amaca karşı, ilerici Kıbrıs milliyetçiliğinin temelinde ortak kültür, tarih, kimlik ve hepsinden önemlisi Kıbrıslılar arasında ortak bir kadere olan inanç yatmaktadır. Kıbrısçılık, tüm Kıbrıslıların demokratik birliğini teşvik etmekte, sadece barikatlardan ve yabancı askeri üslerden arınmış üniter bir vatan değil, aynı zamanda laik, çoğulcu ve ilerici bir toplum öngörmektedir. Kıbrıs milliyetçileri “etnik kotalara” karşı çıkmakta ve tam anlamıyla demokratik ilkeler temelinde eşit siyasi hakları savunmaktadır. Kıbrıs milliyetçiliği fikri, kurumsallaşmış etnik merkezciliğin üstesinden gelen, Kıbrıs devletinin bağımsızlığını destekleyen ve adayı bölmeye ve kontrol etmeye yönelik neo-kolonyal girişimlere direnen birleştirici bir milli üst kimliğin önemini vurgulamaktadır.

Emperyalizm bağlamında Kıbrıslıların devletsizliğinin ve ulusal birliklerine yönelik saldırının önemi nedir? Afrika ve Asya’da düzinelerce “Kıbrıs” vardır. Kıbrıs’ın hikayesi tüm ezilen ulusların hikayesidir. Devletsizleştirme ve ulusların parçalanması süreçleri yoluyla halklar sistematik olarak boyunduruk altına alınmakta ve köleleştirilmektedir.

Yerleşimci Kolonizasyonu, Kıbrıs ve Filistin

Hammadde ve emek sömürüsüne dayanan klasik sömürgecilikten farklı olarak yerleşimci kolonizasyonu, yerli nüfusun yok edilmesi ve yerinden edilmesine dayanan bir sömürgeleştirme biçimidir. Amerika Birleşik Devletleri, Avustralya, Brezilya, Yeni Zelanda, Zimbabve, Cezayir, Güney Afrika, İrlanda, Yeni Kaledonya, işgal altındaki Filistin ve işgal altındaki Kıbrıs, yerli halkları ortadan kaldırarak kolonizasyonun gerçekleştirildiği örneklerdir.

Marx, İrlanda’daki yerleşimci kolonizasyonunu, İngiliz sömürgecilerin Kuzey Amerika’da Amerikan yerlilerine karşı yürüttükleri fetih savaşlarıyla karşılaştırmıştır. “Planlanan en azından Shannon Nehri’ne dek İrlandalıların kökünü kazımak, topraklarına el koymak ve yerlerine İngiliz sömürgecileri yerleştirmekti” demiştir. Filistin’de amaç, nehirden denize kadar tüm Filistinlileri ortadan kaldırmak olmuştur. Kıbrıs’ta, 1974 yılında, hem Rumca hem de Türkçe konuşan Kıbrıslıların üçte biri zorla evlerinden edilmiş ve birçoğu “yaşam alanlarının” yok edilmesi nedeniyle yurtdışına göç etmek zorunda kalmıştır.

Toprağın savaş uçakları tarafından bombalandığı Filistin’de ve inşaat şirketleri tarafından sömürüldüğü Kıbrıs’ta, yerleşimci sömürgeciliğin siyasi hedefi, yerli toplumun temellerini sökmeye ve toprakla olan doğal ve tarihi bağları koparmaya çalışırken her gün kendini göstermektedir.

1948’de 800,000 Filistinli etnik olarak temizlendi ve sürgün edildi. 1974’te 200,000 Kıbrıslı da benzer şekilde yerlerinden edildi. Filistinliler 1948 olaylarını felaket anlamına gelen Nakba olarak adlandırırken, Türkiye 1974’ü “barış ve özgürlük günü” olarak kutlamaktadır.

Her iki durumda da yerleşimci sömürgeciliği, yerli nüfusun yerinden edilmesi ve yerine başkalarının getirilmesi yoluyla ortaya çıkmaktadır. İsrail, işgal ettiği Filistin topraklarını dünyanın dört bir yanından gelen Yahudi yerleşimcilerle doldurdu. Benzer şekilde Türkiye de işgal ettiği Kıbrıs topraklarına Anadolu’dan yerleşimciler getirmiştir.

Yerleşimci sömürgeciliğinin merkezi mekanizmalarından biri iskân yasalarıdır. İşgal altındaki Kıbrıs ve işgal altındaki Filistin’de iskânı düzenleyen yasalar neredeyse aynıdır. Kıbrıs’ta İskân, Topraklandırma ve Eşdeğer Mal (İTEM) Yasası olarak adlandırılırken, İsrail’de Gaip Kişilerin Mülkiyet Yasası (Absentee Property Law) olarak bilinmektedir.

Kıbrıs’ta İTEM Yasası aracılığıyla, asıl sahiplerin mülkiyet hakları iptal edildi ve bu mülkler Türkiye’den gelen yerleşimcilere yeniden tahsis edilerek el konulan toprakların satışı için yasadışı bir çerçeve oluşturuldu. Benzer şekilde, İsrail’in 1950 tarihli Gaip Kişilerin Mülkiyet Yasası, 1948 işgali sırasında yerlerinden edilen Filistinlileri “gaip” olarak tanımlayarak, evlerine dönme veya mülklerini geri alma haklarını reddetmiştir.

Yerleşimci kolonizasyonunun amacı sömürü değil soykırımdır. Filistin’de 1947’den ve Kıbrıs’ta 1974’ten bu yana devam eden süreç, yerli halkların ortadan kaldırılmasıdır. Diğer biçimlerden farklı olarak yerleşimci sömürgecilik sömürmez, yok etmeyi amaçlar. Bu nedenle yerleşimci sömürgeciliğe karşı mücadele sürekli olarak yeni yöntemler geliştirmeli ve toprak hırsızlığına suç ortaklığı yapan emperyalist ulusların devrimcilerinden aktif destek almalıdır.

Siyasi Programımız: Üniter Cumhuriyet

60 yıl boyunca işgalciler, sömürgeciler ve emperyalistler, 1964’teki ilk ABD planından başlayarak Kıbrıs Cumhuriyeti’ni parçalamaya ve dağıtmaya, tam egemenliğe giden yolu tıkamaya çalıştılar.

Türkiye’nin 20 Temmuz 1974’teki ilk işgalinden sonra ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger Kıbrıs hükümetine “Kıbrıs’ın %30’unu Türkiye’ye verin, biz de Türk ordusunu durduralım” demiştir. Kıbrıs hükümeti bunu reddedince Kissinger 13 Ağustos 1974’te “Türklerin Kıbrıs’ın üçte birine sahip olmaması için hiçbir Amerikan nedeni yoktur” demiştir. Ertesi gün, 14 Ağustos 1974’te Türkiye, yaygın etnik temizlik eşliğinde işgalinin ikinci aşamasını başlatmıştır.

Emperyalizmin siyasi programı hiç değişmedi; Türk ordusunu Kıbrıs’a saldırması için kışkırttığını itiraf edecek kadar cüretkâr ve Kıbrıslıların topraklarını savaşmadan Türkiye’ye hediye etmelerini önerecek kadar küstah kaldı. Sömürge valisi Richmond Palmer bu yaklaşımı 1936’da dile getirmiş ve “Kıbrıslıların milliyetçiliğini mümkün olduğunca uzaklaştıracak ve bölgeler temelinde yönetimi sürdürerek karanlıkta bırakacak” politikaları savunmuştur. Devletsizleştirilmesi ve ulusların parçalanmasına yönelik bu strateji, hem yeni hem de eski sömürgeleri hedef alan emperyalizmin merkezinde yer almaya devam etmektedir.

Sömürgelerin kurtuluşu ve “anavatan”da devrim ayrılmaz bir şekilde birbirine bağlıdır. Sömürgeler özgürleşene kadar, ezen ulus zincirlerle bağlı kalmaya devam edecektir. Marx ve Engels’in 1848 Devrimi’ndeki programı “ulusal birliğin” sağlanmasıydı. Çünkü ulusal birliğini sağlamış bir vatanda, işçi sınıfı ile burjuvazi arasında “bir savaş alanı yaratılabilir”. Bu nedenle Marx ve Engels, Almanya’nın İsviçre tipi bir federasyonla eyaletlere bölünmesine karşı çıkarak “üniter bir cumhuriyet” için mücadele ettiler.

Kıbrıslıların mücadelesi de aynı yolu izlemektedir. Türkiye 50 yılı aşkın bir süredir Kıbrıs topraklarını işgal ederken, Birleşmiş Milletler de vatanımızı etnik-kabile mantığı temelinde “federalleştirmeyi” amaçlayan apartheid benzeri çözümler önermekle görevlendirilmiştir.

Emperyalizmin devletsizleştirme ve ulusal parçalanma girişimlerine karşı programımız açıktır: yabancı askeri varlığından ve her türlü etnik, dini ya da diğer ayrılıkçılık ve bölünmeden arınmış, çoğulcu, tam bağımsız, gerçekten demokratik ve üniter bir Kıbrıs Cumhuriyeti. Kıbrıs’ın mücadelesi, tüm ezilen ulusların mücadelesi gibi, adalet ve egemenlik için verilen kalıcı mücadelenin bir kanıtıdır. Bize milli kurtuluş ve devrimin ayrılmazlığını hatırlatmaktadır. Bu mücadelede Marx’ın parolası kuşaklar boyunca yankılanmaktadır: Ya Yıkım Ya Devrim!